30 Aralık 2013 Pazartesi

BEKLEME…BEKLEDİKÇE GELMEYECEK…



Beklemek ne zordur. Ama her insanın hayatı aslında bir beklemeler manzumesi değil midir? Siz söyleyin mesela neyi bekliyorsunuz şu anda? Yeni bir yılın iyi geçmesini mi, ülkenin istikrar kazanmasını mı, maaşınızın artmasını mı, mesleki itibar ve tatmin mi, bir ev alma hayali mi, yoksa evlenmek mi ya da ayrılmak mı beklediğiniz? Çocuk sahibi olmak mı, çocuklarınızın biran önce büyüyüp sizi özgür kılacakları zamanlar yaşamak mı? İş yükünüzün azalması, daha güzel bir yerde çalışmak, başbelası iş arkadaşınzdan kurtulmak, sevdiklerinize kavuşmak mı? Yoksa hayattan tek beklediğiniz sağlığınıza kavuşmak mı? Karşısında çaresizleştiğimiz ama insanları eşitleyen tek şey olan ölüm mü beklediğiniz, ölümün önünden kaçmak çabası mı? Nedir beklediğiniz? 

Ya da beklemeden geçirdiğimiz bir an var mı hayatta? Atanmayı bekleyen bir öğretmensiniz belki.Otuzlu yaşlarda sigara parasını babasından almak zorunda kalan, üniversitede geçirdiği yıllarına acıyan, gençliğini yaşayamayan bir çaresiz mi? 

Yoksa yolun yarısını geçmiş ve hayallerinin uzağında olduğunu fark ederken artık çok geç kaldığını anlayan bir insan mı? Hergün aldığı ölüm haberleri ile sıranın kendisine geleceği korkusuyla tansiyonu çıkan bir yaşlı mısınız? 

Hergün beklentileri değişir insanın.Yaşam boyu tek değişmeyen şey beklemektir. 

Bugünlerde Tatar Çölü’nün sayfaları arasında dönüp duruyorum. Bekliyorum bir şeyleri. Bildiğim tek gerçekse, hayat devam ettikçe gerçekleşse de gerçekleşmese de başka bekleyişlerin sarmalına gireceğim. 

Tatar Çölü’nü yayınevi şöyle tanıtmış: “2. Dünya Savaşı sonrasında parlayan modern İtalyan edebiyatının ilk ve en usta ürünlerinden biri, çağdaş dünya edebiyatında da önemli yer edinmiş bir eser. Genç ve hevesli bir teğmenin, ilk görev yerini çevreleyen uçsuz bucaksız çölle “savaşı”. Çöl, hem teğmenin muhtaç olduğu düşmanı ondan esirger hem bizzat “düşman”ın yerini tutar, hem de gizemli, tarifsiz varlığıyla genç teğmeni cezbeder. Gerçek-dışı, soyut bir mekanda, zamanda, zeminde, olaysızlığın ortasında insana ilişkin en can alıcı sorular...”

Bu kitap tam bir bekleyiş romanı…Çocukken yavaş akan gençlikte geçmeyecek sanılan zamanın geri dönülmeyecek noktasına geldiğinde bıraktığı hayatta unutulmuşluğunu, seçtiği hayatta beklediklerini bulamayışını, çalışmalarının karşılığını alamayışını ve bu süreçteki ruh salınımlarına yer verilen romanı okumanızı tavsiye ederim. 

Sonuçta insanda “amannnn her şey boş, süper fmle coş, duygusu ya da hayatı daha da ciddiye alıp dört elle sarılma ve beklemekten vazgeçip harekete geçme” duygularından birini bırakıyor geride. Bu artık sizin karakterinize göre şekillenecek. Ama bana hayatın öğrettiği tek şey bekledikçe, istedikçe arzularınızın bizden uzaklaştığı. Ne zaman gönlünden düşerse arzusu, o zaman yerine geliyor insanın dileği. Öyleyse vazgeçmeli beklemenin stresinden ve akışa teslim etmeli kendini.

Beklemek üzerine çok şeyler söylenebilir ama sözü şairlere bırakmanın vakti. Değişmeyen tek şey değişim gerçeğinin bir sonucu olan beklemek dünyanın da kaderidir. Ve dolayısıyla şairlerin de dilinden düşürmediği bir konu olmuştur. Hatta Necip Fazıl hem Bekleyen’e ve hem Beklenen’e şiirler yazmıştır. 

Sonunda da ,
“Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?“diyerek beklemekten vazgeçmiştir. 

Abdurrahim Karakoç da, 

“Sarıcadüzü’nde bir yığın toprak 
Sulanır her sabah göz yaşlarımla 
Mihriban, Mihriban uyan da bir bak! 
Hasret düğüm düğüm ak saçlarımda 
Ardıçlı ağaçlarda gene ay doğar… 
Akasya gölgeleri delik – deşik… 
Bir pınar ağlar sabahtan akşama dek 
Yapraklar sallanır, ışıklar söner 
Büyüdükçe büyür içimde bir dert 
BEKLEMEK…” demiştir.

Aziz Nesin de bir şiirinde beklemeyi şöyle anlatmış:

“Gözler önünde işte 
Gittikçe arınıyorum kendimden 
Her giden güzelleşir 
Gidiyorum güzelleşmek için 
Unutulsun diye çirkinliklerim 
Gelecek birisi güzeldir 
Gelince güzel değil 
Hele gelmişse çirkin 
Yaşam, ölüm gelecek diye güzel 
Ey güzeller güzeli beklediğim 
Kaç saatim, kaç dakikam ya da saniyem 
Artık ne gelmek ne de gitmek 
Yaşamın en zor yanı beklemek 
Hiçbirimiz beklemedik doğmayı, 
Doğduğumuzdan beri beklediğimiz 
ÖLMEK “


HANDAN KILIÇ  









29 Aralık 2013 Pazar

“İKİMİZİ DE AŞAR O KAPININ ARDINDAKİ MASAL”(*)




Ter içinde uyandı. O kadar çok rüya birden görmüştü ki, hangisinde ne vardı ilk anda bir türlü anımsayamadı.
Elini yüzünü yıkadı, aynada uykusuzluktan kanlanmış gözlerini gördü
Ardından gözbebeklerinde çakılı duran gülümsemeye baktı, bu resim hala burada mı duracaktı?
Çatı katındaki evin denizi gören mutfağında, kendine kahvaltı hazırlamaya koyuldu.
Hava alabildiğine sıcaktı.
Deniz, üzerine turkuaz bir çarşaf serilmişcesine sakindi bugün de.
Kahvaltılıkları balkon masasına taşırken komşu evin demir bahçe kapısı gıcırtıyla açıldı.Gözünü kapıya çevirdiği o anda, zihnine, bir türlü hatırlayamadığı rüyadan resimler doluşmaya başladı .
Masaya oturdu,bir yandan kahvaltı ediyor bir yandan zihnine gelen resimleri diziyordu sıraya.
Bir kapı görmüştü düşünde, tahta, boyası eskimiş ve kapalı bir kapı.
Mavi bir geceydi, dolunayın ışığı ile aydınlanmıştı kapının önü.
Siyah kapı kolunu hatırladı sonra, özel bir kilidi yoktu kapının, sanki kolayca açılacaktı, bir merak sardı ruhunu, acaba bu kapının ardında ne vardı?

Oraya doğru yürürken birden bir taşa takıldı ayağı sendeledi, yere düştü, elleri ve dizleri kanamaya başladı.
Ağlıyordu, tıpkı çocukken düştüğü her vakit ona uzanan şefkat elini bekliyordu. Ama ne gözünün yaşını silip onu öpen, dizlerine pansuman yapan babası, ne de “ yavrummm…” diye yetişip bağrına basan annesi vardı yanında. Onlar artık rüyasında bile çok uzaklarda.
Kendi kendine doğrulmaya çalıştı hal böyle olunca. O sırada büyük bir gürültüyle beyaz bir kepenk indi tahta kapının önüne . 

Tam da kapıyı açmak için elini uzatacaktı. Ama şimdi,uzansa, kapıyı açsa bile arada geçit vermez engeller vardı, eli metalin soğukluğunda, yüreği kapının sıcacık kolunda öylece kalakaldı.

İnsan zihninin nasıl da muhteşem ve hızlı çalıştığını düşündü önce.Tek bir uyaran zihnindeki resimleri dizmişti gözünün önüne. Çayını yudumlarken bir kez daha, hayran kaldı insanı dizayn edene.

Günlerdir uykusuzdu.
Uykusuz, umutsuz, aşık…
Nasıl geçerdi bu hal, bilmiyordu. İlk kez böylesi derinden sarsılmıştı yüreği. Otursa oturamıyor, açık havada bile nefes alamıyordu.
Baksa göremiyor, nereye gitse, bir başka yerde rahatlayacağı hissiyle sıkılıyor, hasılı kelam yüreği kabına sığmıyordu.

Uzun bir uğraş sonrası daldığı uykularında da karışık rüyalarla boğuşuyordu. Gündüzlerdeki bu sağa sola yalpalayan, benliği ve ruhu arasındaki düşünce harbleri zihni yoruyor, gece de rahat bırakmıyor olmalıydı.

Sofrayı topladıktan sonra,b u gün çokça şiir okumalıyım dedi kendi kendine. Kitaplığına yaklaştı, gözüne ilişen ilk iki kitabı aldı eline. Cezmi Ersöz ‘le Necip Fazıl dı bu gün bahtına çıkan hediye.

Elinde kitaplar terastaki şezlonga uzandı.
Hafif bir meltem de başlamıştı.
Rastgele bir yeri açtı, şiirin başlığı, “Acıyla Erir Yüzüne Aşık Çocuk”tu.

“Ne zaman yüzüne baksam, yalnızlığın o mutlu gerilimi
O öksüz göl hızla derinleşir,
biliyorum, acılarım hiç bitmeyecek, bu öyle bir yeşil “

Durdu burada, gerçekten acılar hiç bitmez miydi bu hayatta, engellerin biri bitse yenisi mi gelirdi peşinden ?

Sevenler hiç kavuşmaz mıydı, ya kavuşurlarsa, birbirlerini sevmeye devam ederler miydi aynı aşkla?

Sorumlulukların yırtıcı pençesinden kurtarıp sevdalarını beslerler miydi mesela ?

Yoksa yaklaştığınca, yaklaştığından ayrı mı düşerdi insan?
Kelimelerin kalplerde açtığı tuzaklar mıydı romanlardaki, masallardaki aşklar, yoksa hayat başlı başına mı tuzaktı?

Yakınlık aslında bir turnosol kağıdı mıydı, Necip Fazıl’ ın
“Neye yaklaşsam, sonu uzaklık ve kırgınlık,
Anla ki, yok Allah’tan başkasıyla yakınlık…”mısralarını ispat için kullanılan.

Ya yalnızlık? Mutlu bir gerilim mi doğururdu sancılarından, yoksa mutluluk mu insanı yalnızlaştırır, koparırdı bezgin kalabalıklardan.

Sahi insanlar isterler miydi bir diğerinin mutluluğunu, yoksa kıskançlık mı kaplardı ehlileştiremediği egosunu, diye düşündü zihninin kayalarına çarpan bu mısraları okuyunca biran .

Bir psikologtan duymuştu, insanın, kendi halinden daha iyi bir halde olmasını isteyeceği tek varlık evladıymış, bu doğru muydu?

İnsan ruh ve benlikten müteşekkildi. Zamanında kontrol altına alınmazsa benliğin hırsları ruhunu sarardı önce, hayatını alırdı insanın elinden,  hatta insanı, avcıyı gördüğünde uçamayan ama gövdesi dışarıdayken başını kuma sokan bir devekuşuna çevirirdi. 

Benliğini sağıltamamış, tüm hırs ve arzularına yenilmiş insan kimsenin mutluluğunu arzulamayan, kendine de dünyaları zindan kılan bir yaratığa dönüşürdü.

Ama zordu işte benliğin dizginlerini ele geçirmek.
Belki ömür boyu sürecek bir köşe kapmacaydı insanı bekleyen.

Benlik kimi zaman, karşısına çıkan bir silüeti atardı zihnin odalarına, büyütürdü onu içsel bir fısıltıyla.

Kimi zaman “vucutsuz bir hayal” peşine salardı ruhunu, oyalardı derin bir heyecan dalgasıyla.

Bazen de açılması imkansız kapılar önüne getirirdi insanı, şimdi içinde olduğu gibi bir halin içine salardı.

Ruh, atardı kendini benliğin önüne, vicdanı çağırırdı ikna etsin zihni diye. Demirden kepenkler indirirdi, yeter ki benliğin sürüklediği kapının önünde ele geçirmesin insanı diye. Yine de yılmazdı. Kepenkin boşluklarından zihne attığı tohumları sessiz ve derinden büyütürdü sabırla, ruhun zayıf düştüğü ilk anda mahsulünü toplardı büyük bir gururla.

Dizginleme hedefine yaklaştıkça insan, baskısını artırırdı benlik.
Her taşın altından çıkar, şeytanın akıl hocalığında, insanı saldığı her bakışta, diline düşürdüğü her anışta ve sonuçta her batışta sevinç çığlıkları atardı.Tabi anlık lezzetler de sunardı insana, kanacağı ama hepsi kısacık, yakıcı, kan kaybını arttırıcı.

Benlik önce en kuvvetli olduğu kişilerin, şairlerin ilhamına karışırdı usulca, oradan kolayca yayılırdı tüm insanlığın kanına. Ama ruh da en kuvvetlisiyle bulunurdu o satırlarda. Belki de şairlerin dillendirdiği hep bu kavga. Devam etti şiiri okumaya:

“Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum
ikimizi de aşar, o kapının ardındaki masal
bense yüreğimin bu hallerinden korkar, kalırım
bir hız trenine bindirilmiş küçük bir çocuk gibi
geçip giden yüzlerine bakar kalırım “

Ne güzel yazmıştı şair. Ne kadar da az kelimeyle ne derin yaralar açıyorlar şairler, diye düşündü.

İçinin ateşini söndürmeliydi, uzandığı şezlongdan kalktı. Buzdolabına doğru yürüdü. Kafası dağılsın diye okuduğu şiir onu daha derin dehlizlere bırakmıştı. Dolabı açtı, soğuk bir bardak su doldurdu, oturdu, kana kana içti .

İçindeki kavga sürüyor, sesleri beynine kadar geliyordu. Şişeyi dolaba geri koyacaktı ki birden elinden kayıveren şişe oracıkta tuz buz oluverdi. Bu sahne zihnine birden yeni bir pencere daha açtı. Sözü şaire bıraktı;

”Ömrün kısalığı çarpar camlara, ateş yayılır içerilere…
Akşam olur, evler dolar boşalır, acıyla erir, yüzüne aşık çocuk
Ne zaman gözlerinin içine baksam, biliyorum
İkimizi de aşar, o kapının ardındaki masal (*)CEZMİ ERSÖZ”

Etrafa dağılan cam parçalarını toplarken yerden, benliğinin ruhuna batırdığı parçaları da çıkardı tek tek yerinden, akan kanlara aldırış etmeden. Başka bir şair yetişti imdada hemen; 

“Ne sen varsın, ne ben, ne yar, ne kimse O var!
Bütün sevdiklerin elden gittiyse, O var!
Kalacak kim var ki, dost tomarından? O var!
Sana daha yakın şahdamarından, O var!
Arama ilaç yok eczahanede! O var!. NECİP FAZIL”

Gecesini gece, gündüzünü gündüz yapan dermanı hatırlayınca yeniden rüyasındaki kapıyı da siliverdi zihninden.Geriye sadece gözbebeklerindeki resim kalmıştı ki, onu da zamana havale etti, artık merak etmesi gerekmezdi.

Derin bir huzur kapladı ruhunu birdenbire.
Bugünkü oyunda kaybeden benlik olmuş, ruh köşesine kurulmuştu sevinçle.
Elleri ile beraber yüz çizgileri de çevrilmişti göğe, şükretti en güzel şekliyle.
Ve bir dilekte bulundu, benliğin kaybettiği günler daha fazla olsun, hayat serüveninde.

HANDAN KILIÇ