15 Şubat 2014 Cumartesi

DOSTLUKLAR MI SANAL DÜNYADA, YOKSA SANAL DOSTLUKLAR MI REEL BU ZAMANDA...


“Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden.
İnanırdım saadetli yolculuklara.
Adalar var zannederdim güneşli, mavi, dertsiz.
Bütün hızımla koşardım dalgalara.
O zaman beni görseydiniz.

Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden.
Beni o zaman görseydiniz
Siz de gelirdiniz peşimden.

Ama simdi şu akşam saatinde
Son liman kendim, bu döndüğüm,
Bilmiş, bulmuş, anlamış.
Hatırımda, bir vakitler güldüğüm.
Yoluna can serdiğim o kaçış.

Şimdi, şu aksam saatinde
Dönüyorum görmüş, geçirmiş, atlatmış,
Gözlerin doymayan sahilinde.
(Özdemir Asaf)” diyor ya şair, “Bir kere yanlış trene bindiyseniz; koridordan ters tarafa yürümenin hiçbir faydası yoktur “ dediği gibi Niechtze’nin, bazen yanlış limanlara sığınıyoruz. Bizi korumayacağını bile bile medet umuyoruz ondan. Bazen de limanın gerçek bir liman olmadığını anlıyoruz, fırtınalardan daha kendini bile koruyamadığını… Ya da sizin yürek geminize yer açacak kadar geniş bir liman olmadığını… Ya da kendisine o kadar değer atfetmediğinden yerinin varlığından haberdar olmadığını…Kendisini oracıkta sağa yatan geminizin batışını sessizce izleyecek kadar çaresiz sandığını görüyorsunuz… İşte o zaman durduğunuz yerin yanlışlığını idrak ediyorsunuz.


İçinizde sürekli gözü okyanuslarda bir gemiyle Ankara’da yaşıyorsanız, bırakın okyanusu, açık denizleri gideceğiniz bir deniz kenarı yoksa efkarınızı dağıtacağınız sığınacağınız limanlar insandan oluyor, çünkü, insana insandan başka kaçacak yer yoktur bu gri kentte. Neyse ki şimdilerde mesafelerin yok olduğu bir zamanı yaşıyoruz da,  deniz kenarında nefes alamasak da Ankara’nın kendine benzettiği asık suratlı insanlarına mahkum olmadan yeni insanlarla tanışıp farklı gönüllere misafir olabiliyoruz. Ve bazen en yakın arkadaşımızdan daha fazla bizi anlayacak insanlarla karşılaşıp kendimizi o insanın gönlünden akanlarla zenginleştirebiliyoruz.

Nasıl kredi kartını iyi kullanırsak oldukça yararlı bir icat olduğunu görürüz aynı şekilde internet üzerinden kurduğumuz diyaloglarda da ilkelerimizden vazgeçmeden kriterlerimize saygı gösterecek ve kendisi de ilkelerine saygı bekleyen insanlarla ilişki kurduğumuzda sanal dostlukların hiç de zararlı olmadığını görürüz. Kredi kartının bilinçsiz kullanımı nasıl ocakları batırıyorsa, kumar, alkol, şiddet nasıl aileleri dağıtıyorsa sanal alemin de bilinçsiz ve dizginsiz kullanımı aynı sonuçlara götürebilir insanları. Ama doğru düzgün kullandığınızda yolunuzu hiç kesişmeyeceği bir dolu harika insanla tanışabilirsiniz.

İş vs sebeplerle on yıldır,  bloglar, edebiyat siteleri ve sosyal medya üzerinden de beş yılı aşkın süredir aktif bir internet kullanıcısıyım. Çok farklı meslek gruplarından çok kaliteli dostlar edindim. Bu sayede kendi mesleğimin at gözlüklerini kullanma zorunluluğum olmadan bakabiliyorum hayata.

Sanal dostlarımın hepsi bir şeyler kattı bana. Ben de bir çok insanın hayatında önemli değişikliklere sebep olacak kıvılcımı ateşledim. İnsan bazen tüm şartları hazırlıyor ama hedefine yürümek için bir hadi bekliyor. Çevresindekiler onun oyalandığını düşünüp eleştiriyor ve hedefe doğru ilerlemesinde gecikmeye sebep olurken onu daha iyi anlayabilen sanal dostu tarafından motive edilebiliyor. Çünkü insan en çok inanılmak istiyor. Eğer sadece yazışma yolunu kullanırsanız ve amacınız kötü değilse samimi bir dostluğun kapılarını kelimeler açıyorsa bir süre sonra sahte davranamazsınız. İnsan en çok yazarken soyunur sahteliklerinden, maskelerinden. Bu yüzden bazıları yazmaya korkar; kalbini ortaya koymaktır yazmak. Ve yazmamak susmanın bir çeşididir, söylemekten korktuğu şeyleri bilinçaltının derinliklerine gömme çabasıyla bir tür kaçmak, kalbinden saklanmaktır. Saklandığı yerde belki de kendini de unutmak, yeni bir maskeyle yola devam etmektir, şifa bulmadan, ruhunda daha büyük hasarlarla. Yazmayı, yazarak dost olmayı, dost kalmayı herkes başaramaz. Bu nedenle insan her kalpten aynı tepkiyi beklememeli ama başaranların samimiyetlerini, karşısındakini  iyileştirirken kendine yaptığı iyiliğin de farkında olmalı diye düşünüyorum.  

İnternetin en büyük faydası bu olmalı; bizi içinde bulunduğumuz kısır döngüden, kısıtlı çevrelerden çıkarmak, dünyanın bir ucunda bizim gibi hisseden birilerinin varlığını göstererek  imalat hatası olmadığınızı fark ettirirken vizyon kazanmamıza zemin hazırlamak. Az bir şey değil bu; farklı bakış açılarıyla aynı olaylara bakmak ufkunuzu açarken köşeye sıkışıp kalmış ruhunuzu da kanatlandırıp içimizdeki cevheri ortaya çıkaracak imkanlar sunabilir.

İnsan olarak gönderildiğimiz bu dünyada insan olarak kalmak ve bunun onuru ile yaşamak gayesinden başka bir hedefiniz yoksa insanlara temas etmekten korkmamak gerek diye düşünüyorum. Sizin varlığınızla ve onun hayatına kattıklarınızla bir insan bile daha rahat nefes alıyorsa siz faydalı bir insansınız manasına gelen bir söz hatırlıyorum ve bunu hayatıma tatbik ederek insanlara faydalı olmayı bir insanlık vazifesi belliyorum. Sadece dikkat edeceğimiz husus nasıl evimizi herkese açmıyorsak sanal alemde de herkese aynı yakınlıkta olamayız. Bize zarar vermeyen, üstelik bir tıkla yanınızda olan bizi dinleyen bizim için çabalayan bunu yazdıkları ile ortaya koyan, bizi zenginleştiren  insanlarla sanal da olsa dostluk kurmak bu devrin nimeti. Yakın dostlarımızın umurunda değilken sanal bir dostumuzun bize manevi destek olması, her zaman ulaşılabilir olması büyük bir şans. Tabi burada da denge çok önemli, sadece kendi istediği zamanlarda sizinle diyalog kuran, size dertlerini döküp sizin derdinizi dinlemeyen insanın size çok da katkısı olmaz. Diyalog önemlidir her türlü ilişkide, monologlar bir süre sonra yorar insanı, bir ilişkide hep alıcı olan ama kendisi vermeyen insan kendi egosunu sizin üzerinizden desteklemeye çalışıyordur. Psikolojinin basit kurallarını bilirsek ve kendimizi de tanıyorsak gerek reel de gerek sanalda yanlış insanlara açmayız gönül kapılarımızı. Açtıysak da içeri almayız hemen öyle. Ama bütün aşamaları geçip içeri girme şansı verdiklerimizi de öyle baş köşeye oturtmak için biraz zaman vermeliyiz kendimize. Hatta kimseyi oturtmamalıyız gönül tahtımıza ki sonra üzmesin bizi yaptıklarıyla.

Ama yine de sanal dostluklara bir şans vermeliyiz, üzülebiliriz korkusuyla kaliteli insanlardan kendimizi mahrum etmemeliyiz. Bir şiiri okuduğunuzda sizinle aynı şeyi olmasa da yakın duyguları hisseden insanlarla gönülden muhabbet etmek akşama kadar birlikte olduğunuz ve sizi hissedemeyen insanlarla diyalog kurmaktan daha zevkli bir hal alabiliyor. Birinde kalabalıkta yalnızlık hissederken diğerinde ne kadar da çok olduğunuzu anlamanın ve aynı yürek milletine mensup olmanın kıvancıyla yalnız başınayken bile yalnızlığın depresifliğini yaşamak zorunda kalmıyor bilakis güçlenerek çıkıyorsunuz girdiğiniz duygu salınımlarından.

Ama işte her şeyin kararında olması gerektiği hususu sanal alemde de geçerli. Misal artık insanlar her türlü tatmini sanal alem üzerinden sağlamaya çalıştıklarından paylaştıkları bir resmin aldığı beğeni kadar mutlu olup TT olamadıklarında bunalıma girer olmuşlar. Sosyal medyada insanlar genelde mutlu anlarını, kaliteli ve güzel fotolarını paylaştıkları için o anda o durumda olmayan insanları depresif hale sokabiliyorlarmış. O zaman neymiş insanlara faydalı olmak için mutsuz anlarımızı da paylaşmalıyızJ Hepimiz insanız ve dünyanın bin türlü hali var hergün bize değip geçen. Kimi içimize otururken kimi zihnimizi meşgul eden. Bir tarhana çorbası ya da melemen ya da tost, pizza vs yiyerek geçirdiğimiz bazen hiç yemediğimiz bir gün kadar bazen kuru ekmek ve dolapta kalmış bir parça peynirle karnımızı doyurmamız da normal. Ama hep ziyafet sofralarında resimlerimiz çünkü hepimiz elalem ne der prangasıyla bağlıyız adlarımızın limanlarına. Mutsuzken mutlu görünmeye çalışmak da bir eziyettir mesela. Elalem denen o bilinmez gürüh da aslında bizlerden oluştuğundan herkes kendi işine baksa ve işi olmayan dağılsa ne güzel olur dünyaJ


Hasıl-ı kelam sanal alem tıpkı gerçek hayat gibi zor bir mecra olsa da, ben çoğu zaman gerçek dostlarım büyük şehrin keşmekeşinde kendi sorunları ile meşgul olup benden bihaberken sanal dostlarımın bir tık yakınımda olmasından memnunum.

Varlığıyla size değer katan insanlarla karşılaştığınız günleriniz çok olsun. Ama sanal da olsa reel de olsa hele de hem sanal hem reel hem de kalbi kalbinize denk dostlarınız varsa değerini bilin.  Çünkü değerini bilmediğimiz her şey elimizden alınır ve geriye yeri doldurulmaz bir boşluk kalır. Sanal alem ve çeşitlilik kimse vazgeçilmez değildir diyerek insanları da tüketmemize yönelik mesajlar verse de hayatta bazı dostlar her zaman karşımıza çıkan cinsten değildir. Yer dolar, hatta istiflersiniz hayranlarınızı dostlarınızı o boşluk dolsun diye ama birebir yap-bozunuza uyan o parça olmadıkça açıkta kalacaktır yüreğinizde bir yerler. Sanal- reel, sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz. 

HANDAN KILIC                

9 Şubat 2014 Pazar

BAYRAM ÇOCUKLAR İÇİNDİR...


Zaman, içinde bir daha yıkanılamayan bir nehir gibi hızla akıp gidiyor hayatlarımızdan. Sürekli değişiyor takvim yaprakları, eksiliyor ömrümüz biz farkına varmadan.
Gün geceye bırakıyor yerini, çocuk gence, genç yetişkine…
Yetişkin…Gelişimin herhangi bir yönünde veya tümünde duraklama düzeyine erişmiş olan diye tanımlıyor sözlükler bu kavramı. Artık yetişkiniz, duraklama döneminin yükü üzerimizde ilerliyoruz gelmesi mukadder çöküş dönemine.

Bugün bayram… Bayram neşe demektir, kalabalıkta koşuşturmak, el öpmek, harçlık dağıtmak-toplamak, hasretle kucaklaşmak demektir sevdiklerimizle.
Bayramın yetişkinlere hatırlattığı ise zamanın akış hızı oluyor şimdilerde. Daha dün annemizin kollarında yaşarken, çiçekli bahçemizin yollarında koşarken şimdi bir garip halde gurbette olduğumuzu anımsıyoruz hüzünle.   

Gurbet; gariplik, yabancılık, vatandan ayrı düşme mânâlarına geliyor. Herkes bir şekilde gurbet yaşıyor bu dünyada. “Garip” oluyor bazen, kocaman sevgi dolu kucaklar açılsa da. 

İşte böylesi bir gurbette, yaşamın ortasında yapayalnız bir yetişkin olduğumuzda, maruz kaldığımız bu yükün acısı yürek dağlar.

Hele de vakit bayrama uğramışsa gurbetteki yüreğin acısı kat kat artar. Zaman ırmağında yitirdiklerimiz arttıkça özlemlerimiz büyür, bayramın diğer adı olan neşe hüzün-sabır ortak yapımı bir tebessüme evrilir. Gurbet kalmadı yalanı gereği telefonlar açılır, görüntüler, sesler, kelimeler değiş tokuş edilir, bir nebze su serpilir yüreğe.

Böyle bir bayramdayım yine, bir sürü kelimeler hediye ettim sevdiklerime. Güzel dilekler, dualar aldım özlem dolu seslerden. Vazifemizi yapmanın rahatlığı ile açmış kitabımı okurken bilmem kaçıncı gurbet yılımda, garip bir bayramdayken Barış Manço’nun “Bu gün bayram” şarkısı değiverince yüreğime, gözyaşlarım boşandı bendinden hüzünle. Birbirimize baktık ve sarılıp ağladık eşimle, annelerimizin özlem kokulu sesleri içimizde. En azından hala aynı zaman ırmağındayız diyerek teselli bulduk. Mezarlarının başında anne-babalarını ziyaret edenler, hatta onu bile yapamayacak kadar uzağa düşenler gelince hatırımıza, her şeye şükür dedik, kalbi bir duayla.

Sen gittin gideli içimde öyle bir sızı var ki 
Yalnız sen anlarsın 
Sen şimdi uzakta cennette meleklerle bizi düşler ağlarsın 


Bugün bayram erken kalkın çocuklar 
Giyelim en güzel giysileri 
Elimizde taze kır çiçekleri üzmeyelim bugün annemizi 



Sen yaz geceleri yıldızlar içinde 
Ara sıra bize göz kırparsın 
Sen soğuk günlerde kalbimi ısıtan en sıcak anısın 



Bu gün bayram çabuk olun çocuklar 
Annemiz bugün bizi bekler 
Bayramda hüzünlenir melekler 
Gönül alır bu güzel çiçekler” diye söylerken Barış Manço, onu da rahmetli diye anmak derinleştirdi gurbetimi.



Erken kalkmadım bu sabah, hatta hiç uyumadım. Ne kahvaltıya yetişeceğim bir yer vardı ne de el öpmek için çalacağım bir kapı. Uykudan talep ettim koynuna sığınmayı. Biraz izin verdi gözlerime, sonra bir sürü rüya arasından sıyrılıp çıktım güne,  sessiz, sakin, kıpırtısız bir evin soğuk duvarlarına baktım öylece. Defalarca dinlediğim bugün bayram erken kalkın çocuklar şarkısı eşliğinde, dolaştım hafızamın derinlerinde, en güzel giyisileri giydiğim zamanları, gözyaşları eşliğinde.  
  
Bayram çocuklar içindir gerçeğine binaen bari yavrumuzun zihninde güzel bayram resimleri dizilsin diye yollamıştık onu büyüklerine. Bu teselliyi alıp sarıldım “oğlummm” deyip özlemle. Yetişkin olmak buydu işte, gereklilikler üzerinden verilen kararları yerine getirip sağduyulu bir şekilde hayatı kabullenme.

Oysa çocukken öyle miydi? Nasıl da güzel telaşlardı bahtımıza düşen. Mesela bayramdan bir hafta önce Kemeraltı’na gider, bayramlık arardık, anne ve babamla, kardeşlerim yanımda. Dedemin Araphan’ındaki dükkanına da uğrardık mutlaka, cam şişelerden soğuk su içerdik. Dedem hemen yemek söylerdi bize, bir daha o tadı hiçbir yerde bulamadığım lezzetli dönerler yedim o birkaç metrekarelik dükkanın bereketli atmosferinde.

Bayramlığın en güzelini alırdı babam, seçtiğim ayakkabı kırmızı olurdu çoğu zaman. Bazen birkaç bayramlığımız olurdu. Teyzem ve annem rahat durmaz, konfeksiyon ürünlerini beğenmez, “Burda” dergilerinden çıkardıkları kalıplarla kıyafetler dikerlerdi illa ki, bayramda en şık biz olalım diye.

Evleri temizlerdik günler önceden, ben en çok cam silmeyi severdim, varendaları yıkamayı, toz almayı. Şimdilerde yetişmekte zorlandığımız bu işler o zaman ne kolay gelirdi, boyum kadar koltukları devirir, altlarını silerdim, perdeleri yıkar, ütüler ve asardı annem.

 Teyzemlerle birkaç gün önceden bir araya gelip mutlaka cevizli ev baklavası yaparlardı. Anneannem başlarında, olmadı öyle, beceremezsiniz durun ben yapayım diye tez canlılığıyla atardı kendini hamurun başına, her biri ayrı usta olan kızlarına emirler yağdırırdı usulca. Yetişmeyecek, hadi sarmanın başına der bizi de harekete geçirirdi, dizildik mi bahçeden yeni toplanıp haşlanmış asma yapraklarının başına, tencerelerce sarmalar sarardık coşkuyla.
Muhabbetin ilişkilerin temelinde olduğu ve değdiği her yeri güzelleştirdiği, yorgunlukları neşeye çevirdiği zamanlardı çocukluğumuzun bayramları.

Tepsi tepsi su böreklerinin karnıyarıkların yapıldığı, tavukların, pilavların piştiği anneannemin iki metrekarelik mutfağını hatırlayınca daha da şaşırıyorum şimdilerde. Kocaman evlere sığamadığımız şu zamanlarda iki oda bir sofa, bir terasta nasıl onca kişi sığışır, mutlulukla kaynaşırdık anlamak zor. Demek ki büyüklerin sevgi dolu gönülleriymiş bizi ağırlayan. Dört oda bir salon değilmiş aslolan.

Lise ikinin başında ani bir trafik kazasında yitince dedem, bir daha bayram yaşamadım diyordum bunca zaman. Oysa dedemin ardından anneannem onbeş yıl yaşamış ve bize nice bayramlarda açmıştı kapısını. Son gününe kadar eksik etmemişti harçlıklarımızı, dualarını.
Anneannemin mis kokan ellerinden öpmekmiş meğer bayram, dedemden sonra da bayramlar görmüşüz aslında. Ama anneannem de gidince ötelere, bayram sadece tatlı anıların eski adı olarak kazındı zihnime. Arada adını taşıdığım babaannem ve yirmi sekiz gün ardından diğer dedem de gidince bayram çadırının tek direği anneannem kalmış meğer, o da bırakınca bizi gurbette, yürüyüp gidince sevinçle Sevgili’ye, yıkılmış neşe çadırı üzerimize. Çocukluktan yetişkinliğe çabuk geçiş yapıyor insan kayıplar üst üste gelince.

Bu sene de ayrılanlar oldu aramızdan. Artık memleketten sürekli kayıp haberleri geliyor, eksiliyoruz günden güne. Tabi yeni doğanlar, emekleyenler, yürüyenler, konuşanların haberleri de geliyor arada, yaşamın hızını anlatırcasına.

Daha dün anneannemin çatısında oyun oynadığımız, harçlıklarımızla çat-pat, çikolata  alıp kavgalar ettiğimiz, sonra sarılıp barıştığımız, topladıklarımızı yarıştırdığımız kuzenlerim birer yetişkin olmuş, yüzlerinde kederli ifade, çocukları kucaklarında, her biri ayrı şehirde devam ediyorlar yaşamaya. Arada tatillerde kesişince yollarımız kısacık da olsa halleşiyoruz, eski bayramları yitirdiğimize değil, eskiyen yanlarımıza bakıp üzülüyoruz, ama yine de güler gibi yapıyoruz. Aslında biz yetişkinler ne de çok maske takıyoruz. Şöyle sarılıp birbirimize doya doya ağlayacakken, cebimizden başka bir maske çıkarıyor, ne olacak memleketin hali diyerek kaçıyoruz söze.   

Çocuklar da çağın hız aldatmacasından nasiplerini aldığından olsa gerek, bizim gibi heyecanlanmıyorlar bayram deyince. Sürekli alışveriş yaparak, kıyafete, pastaya, böreğe doyurduğumuz ve farkında olmadan kapitalizm çarkına kurban ettiğimiz çocuklarımız sevinmiyor şimdilerde bayramlıklara, ayakkabısını alıp koymuyor baş ucuna. Bir sürü ayakkabı kutusundan seçerken birini, dudaklarını devirip, öf ya hangisini giysem diye kederleniyorlar hatta.

Her bayram bir şeyler daha yitiyor gönüllerimizden, doldurmaya çalışıyoruz yerini yitiklerin, anlamıyoruz çoğu zaman, sonsuz ihtiyaçlar yalanına kanıp esiri oluyoruz maddenin. Artıkça bağlarımız, azalıyor iç yolculuklarımız.

Eksiliyoruz sürekli, heyecanlarımız bizi terk edeli nice zaman olmuşken koca koca evlere, geniş gardroplara sığamazken neden daralıyor dersiniz içimiz? Nedir kaybettiğimiz? Dar zamanlarda geniş gönüller sürememek mi derdimiz?

Oysa gurbetteyiz işte. Gidenler ve gelenler, hızla akan zaman bunu haykırıyor durmadan. Gideceksin diyor. Şimdi gurbette olduğun gibi dünya da bir gurbet yeri. Asıl yurduna dönünce bitecek özlem dedikleri. Yoksa burada kalabalık zaman ve mekanlarda olsak da içimizdeki gariplik duygusunu silemeyiz ki!

Tabi gurbette olduğumuz bu dünyada bir de fiziki gurbet evreni sarınca atmosferimizi daha da yaralayıcı oluyor sevdiklerimizin sesleri. Yalnızlığı daha derinden hissedince insan, bayram gelmiş neyime duygusuna giriyor, bıçak olup saplanıyor sessiz sedasız geçen nam-ı diğer neşe günleri.

Bir çok ses, görüntü, ve kelimenin üzerimize akmasına rağmen hala garipse yüreğimiz bu bayram, uzaksak sevdiklerimizin şefkatli kollarından, hayatta bir türlü kimse çalmamışsa gönül kapımızdan garipliği basamak yapıp doğrulmak gerekiyor. 
İnsan düştüğü yerden kalkar derler ya, belki yaşadığımız fiziki gurbetler zayıflığımızı hatırlatan bir şans.

Bu bayram gönüllerimize genişlik, evlerimize huzur, ülkemize aydınlık günler getirsin 

Dar zamanlarda, geniş gönüller sürebilmek dileğiyle, nice bayramlara.

HANDAN KILIÇ  



FARK ETMEK Mİ...FARK ETMEZ Mİ?




Hepimizin bir eksiği var ve tüm hayatımız boyunca içimizdeki o eksikliği tamamlayacak şeylerin peşinde koşuyoruz.Kimi zaman bir kariyer peşinde harcıyoruz ömrümüzü, kimi zaman bir aşk…Kimi zaman hırslarımızın kıskançlıklarımızın esiri oluyor, içimizdeki o eksikliği kapatabilmek için başkalarını kirip geçiriyoruz. Gardımızın düştüğü anlarda da bizi kırıp geçiriyor birileri ve bir ömür ne aradığımızı bilmeden ama mütemadiyen arayarak geçip gidiyor. En güzelin en başarılının, en popülerin derinlerinde öyle acılar gizleniyor ki, karşımızda bir heykel gibi dimdik duran bir çok “en”in aslında bir “tutunamayan” olduğunu görüp hayal kırıklığı yaşıyoruz. Bunu bilmemize rağmen insan umutları, hayalleri ile var olduğundan yeni “en iyi”ler yaratıp zihnimizde onun peşinden gidiyoruz. Böylece sürekli tekrarlayan bir kaderle kederlenip kısır döngünün içinden çıkamıyoruz.

Hepimiz aslında içimizdeki o boşluktan yayılan bağlanma duygusunun kurbanlarıyız. Bağlandığımız nesneler, kişiler gelip geçse de o duygu yaşadığımız sürece bizi bırakmıyor.

Yaşımız ilerledikçe içimizdeki o boşluk büyüse de, yaşamın getirisi rollerimizi oynamaya devam ediyoruz, iyi bir baba, ilgili bir anne, kaliteli bir eş, aranan bir arkadaş, sevilen bir ahbap, iyi bir evlat, mesleğinin hakkını verme gayretinde bireyler olarak hayatlarımızı sürdürürken hep bir şeyleri özlüyoruz. Hep bir şeyleri bekliyoruz; bizi hayata bağlayacak içimizdeki o boşluğu tam olarak dolduracak bir hayalin varlığına olan inancımızı kaybetmiyor, önümüze çıkan fırsatları değerlendiriyoruz. Bazen koşulsuz kabullenilmek, her halimizle, kimsenin bilmediği hatta bazen kendimize bile itiraf edemediğimiz taraflarımızla bizi kabul edecek bir gönüle girivermek istiyoruz. Bunun adını bazen  aşk bazen tutku bazen bağlılık kimi zaman da bağımlılık koyuyoruz. “Aşk”ın peşinde bir ömür harcıyoruz.İçimizin yapbozunda eksik parçanın aşkımız olduğu zannıyla kendimizi onun sularına güvenle bırakıyoruz. Boğmaz beni nasılsa diyoruz. Boğulsam da aşk için diye kendimizi kandırıyoruz, çünkü o boşlukla yaşamak zor. Sonra tam birlikte nefes aldığımiz zanniyla yasarken bir  anda karşımızdakinin içimizin yapbozunun doğru parçası olmadığını fark ettirecek bir hareketiyle karşılaşıp tam yaralarımız aşkın pansumanı ile iyileşiyor derken tekrar kanamanın başlamasıyla sarsılıyor, kendi yaramızı kendimiz sarmaya çalışıyoruz. 

Kimi zaman kitaplardan, filmlerden, şarkılardan destek almaya çalışıyor kimi zaman da dostlarımızın kapısının önüne düşüyoruz. Ama kimse derman olamıyor her geçen gün büyüyen yaralarımıza. Derinlerimizde gizlenmiş bu boşluğu dolduracak bir başka nesne ya da kişi çıkana kadar karşımıza bir hüzün atmosferinde yaşarken yeni birinin heyecanında acılarımızı ve önceki tecrübelerimizi unutuyoruz. Yine aynı serüvenin içine atılıyor, kabuk tutmuş yaralarımızın tekrar açılacağı güne kadar tatlı bir sarhoşlukla kendimizi boşluğa bırakıyoruz. Ve sonra tekrar yere çakılıyoruz.

Bu yere çakılmalar kiminde bir aşk, kiminde bir iş, kiminde para, şöhret, kiminde yönetme hırsı üzerinden çıkıyor karşımıza. Ama tutunamayan bunca insan hep o boşluğun peşinde koşarak tutunuyor yaşama.

Ve hayat öyle zorlu, öyle dalgalı, öyle aldatıcı ve yorucu bir maraton ki, bir şeylere tutunmadan devam edebilmek mümkün değil. Bu akşam edebiyat uyarlaması bir film izledim ve filmin sonunda bu hislerle dolarak insanı hayatta tutan bağlanma duygusu üzerine yazmak istedim. 

Tutunacak dal arıyoruz hepimiz. Dizinde kaygısızca uyuyacağımız bir yoldaş, üzüldüğümüzde yaslanacak bir omuz, ağladığımızda bizi göğsüne yatıracak bir yürek. Buluyoruz da çoğunlukla yaralarımıza eş yaralar taşıyan birileri giriyor hayatımıza ama aşkın o ilk sarhoşluğundan ayıldığımızda bize kalan sadece “birlikte ama yalnız iki yabancı” oluyor. Çünkü boşluğu dolduracak parça kimsede yok. Yan yana iki boşluk büyütüyoruz sadece ve bir süre sonra hayatın rutini içine sıkışıp düşünmekten vazgeçiyoruz boşluklarımızı. Ya da bir başka aldanışın peşine düşüyor, aynı filmi yeniden yaşıyoruz.  Tabi “unutma bahçesi”ne gömdüğümüz boşluk büyüdükçe çıkarıyor başını topraktan ve nanik yapıyor bize, dalga geçercesine.

Ve insan zamanla,  “Yok bu şehr içre senin vasfettiğin                                  dilber Nedîm,

                              Bir perî sûret görünmüş bir hayâl                                  olmuş sana.”

diyen şaire hak veriyor çaresizce dolmayı bekleyen gönül boşluğu bütün zerrelerini sardığı nispette. 

Anlıyoruz ki, boşluğa tam tam oturacak o parça eksik gelmişiz bu aleme. Ve belki de bunca deneme yanılma hakkı eksikliğimizi fark etmemiz için veriliyor koca bir ömür müddetince.  

Fark edebilmek, işte bütün mesele…    

HANDAN KILIÇ       

1 Şubat 2014 Cumartesi

DÖNGÜYE KATIL, DÖN SEN DE...





Yüksek lisans derslerimden biri (ki, en çok merak ettiğim dersti) YARATICILIK VE YENİLİK idi. Dolayısıyla dersin ilk konusu da değişim üzerineydi. Kimseyi teknik detaylarla yormak niyetinde değilim ama bireysel değişimin süreçleri üzerinde biraz durmak istiyorum:

Bireysel değişim ŞOK'larla ortaya çıkarmış. Mevcut yapı çöker ve insan şok yaşarmış. Önce inanmak istemezmiş. İnançsızlık sürecini depresyon izlermiş. Sonunda gerçeğin kabulü aşamasına gelinir, yeni beceriler elde edilir, rasyonellik sürecine erişilirmiş. Bu noktadan sonra yeni duruma uyum sağlanır ve bu bir süre böyle devam eder ardından ikinci şok gelir ve yeni bir değişim süreci başlarmış. Periyodik olarak bu dünyanın ekonomisinden bireyin yaşamına kadar uzanan bir döngü imiş.

Hayatın da döngüsel olduğu söylenir ya, hiçbir şey birbirinden bağımsız değildir. Benden yaşça epey büyük bir arkadaşımın hayatını izlerken çıkardığım dersleri bir gün ona anlattığımda düşüncelerimi zaten bilse de, ben anlatırken bir şey yakaladığını ifade etti: Kendi oluşum-değişim sürecini yaşarken haberi olmadan bir şekilde teması olan herkesi ve her yeri etkilediğinin farkındalığına erişmişti anlattıklarım üzerinden.

Mevlana da en önemli unsurun tekrar olduğunu ve dünyadaki herşeyin bir devinim içinde olduğunu anlatır ya. İşte bir zamandır ben de dikkat ediyorum, dinlediklerim, okuduklarım, yazdıklarım sanki hep birbirinin devamı. Oysa hiçbirini ben seçmedim. Hatta bu satırlar da planladığım konular değildi ama galiba insan süreçlere bırakmalı kendini ve ne olursa olsun dibe vurduktan sonra zirveyi göreceğini unutmamalı. Zirvede ise daima kalamayacağının bilincinde olmalı.

Yüksek lisans Hocamız, dersini anlatırken, kendini değiştirmek isteyenlerin, hayal gücü, vicdan ve öz bilinçe sahip olmaları gerektiğini de ifade etmişti. Bu noktada ELİF ŞAFAK'ın en çok satan romanlarından olan AŞK'ın kahramanı ELLA geldi hatırıma. Değişim öncesi sancıyı ciddi boyutlarda yaşaması ve dibe vuruşuna rağmen içinde değişime direnç gösteren negatif tepkilere yenilmişti önce. Kırk yaşındaydı, değişmek istiyordu ama değişimin getireceklerini istese de götürecekleri onu ürkütüyordu.Yıllardır saç modelini bile değiştirmemesi onun hayata bakışını yansıtmak için kullanılan bir imge olarak çıkıyordu karşımıza.

Ve sonra birgün bir "şok" ile düştü değişim çarkının içine. Niye o kadar beklemişti? Çünkü değişimin gerçekleşmesi için sürecin dolması gerekliydi. Ve bu noktada dua etti Ella." Bana hakiki bir aşk ver- ver ki kurtulayım bu sıkıntıdan, sıkışmışlıktan- ya da beni öyle duyarsız yap ki hayatımda aşk olmayışını umursamayayım."

İşte böyle, 18. Kuralda diyor ya Elif Şafak; "Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir." Evet yeryüzünde ve uzayda yer alan tüm sistemlerden ekonomiye, işletmelerdeki süreçsel döngüden, insanın maddi manevi imtihanları olan ruhsal devinime kadar hepsi mükemmel bir düzende işlemekte ve birbirinin örnekleri olmaktadır.Yani kısacası herşey birbirine bağlanmıştır. Domino taşları gibi yerinden oynatılan her taş bir diğerini etkilemektedir. Kirletilen çevre sağlığı bozmakta, sağlık harcamaları artarken çalışma performansı düşmekte, ekonomi yavaşlamasın diye teknik yatırımlar artırılmakta, böylece daha az insana ihtiyaç olduğundan işsizlik ortaya çıkmakta, sanayileşme arttıkça çevre daha da çok kirlenmektedir ve bir şekilde bu devinim böyle sürüp gitmektedir.

Öyleyse değişime direnmemeli, değişmek isteyip de değişemediğimize hayıflanmamalı, eskiler gibi demeli, her şeyin bir vakti, saati var... Dilerim ihtiyacımız neyse vakti çabuk gelir ve değişimi kabullenmek zihnimizin içinde bir ferahlık sağlayarak kalbimizi güçlendirir. 

HANDAN KILIÇ